24 Ocak 2019 Perşembe

bin dokuz yüz seksen dört

Bugün bir konudan ziyade bir kitap üzerinde konuşacağım. Aslında yorum yapmayı, özet çıkarmayı sevmeyen birisiyim. Sadece okurum ve kitabı kendime saklarım. Ancak 1984 üzerinde konuşulmaya hatta tartışmaya bile değecek bir kitap. Zamanında hiçbir şekilde ilgi görmeyen kitap ne oldu da bu kadar okundu ve değer gördü? Yılmaz ÖZDİL'in 2500 TL'lik kitap satması anına kadar 1984 konuşuluyordu. 1903'te Hindistan'da doğan Orwell aslında başlangıçta 1980'i seçmiş, kitabın tamamlanması biraz da hastalığı yüzünden uzadığı için 1982 olarak değiştirmiş ancak beyefendi daha sonra 1984'te karar kılmıştır. Kitabı 1948'de tamamladığı için, 1984'ün son iki rakamının yerlerini değiştirmeye karar vermiş. 1984'ten önce Stalin rejimini anlatan "Hayvan Çiftliği" ni okudum. Yalan yok. Başka Stalin rejimi aklıma gelmedi ancak diktatörlüğü anlattığı açıkça belliydi. Hiciv türünde yazılan bir kitap kendisi, okumanızı şiddetle öneririm. Sonradan 1984'te öğrendim Stalin rejimine dair bir eleştiri olduğunu ve araştırdım. Tüm karakterler Stalin rejimi ile uyuşuyordu. Napoleon adındaki domuzun açıkça Stalin'i temsil ettiği görülmektedir. Napoleon tarafından çiftlikten sürülen Snowball, Lev Troçki'yi simgeler. Mükemmel bir konuşmacı olan, diğer hayvanları yalanlara boğan squalor; Pravda gazetesini simgeler. Çok güçlü ama zeki olmayan at "Boxer"; Stalin rejiminin altında sorgusuz sualsiz çalışan ve iyi niyetleri sömürülen işçi sınıfını temsil ediyor.. 1984'te geri dönelim! Kitapta baskıcı bir sistem ve bunun aracı ise "Tele-ekran" denilen şeydir. Bu zımbırtı hayatınızın her saniyesini, her konuşmanızı, her hareketinizi kontrol ediyor. Başta halk korkutulup bir savaş başlatılıyor ve devlet kendi halkını sindirmek için onlara saldırıyor. Ardından suçu uzaktaki bilinmez bir ülkeye atıyor. Savaş ile birlikte devlet her şeye el koyuyor ve kontrol ediyor. Dünya 3’e bölünüyor ve savaşta olduklarını zannettikleri ülke hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Bu ülke gerçekten var mı o bile belli değil. İnsanlar takım elbiselerinin içinde nefretle ekrandaki çekik gözlü yabancı askerlere küfür ediyorlar. Gerçek düşman çok yakında ancak bunu göremeyecek kadar aptallaştırılıyorlar. Gerçek bile olmayan bir savaşta insanlar katlediliyorlar. Buna göz yumuluyor. Tele-ekranın her anını gözetlediği kahraman 1984 yılında kameranın kör noktasında kitabı yazıyor. Tüm hikaye böyle başlıyor.


Tele-ekran o kadar saçma bir şey ki özel hayat diye bir şeye sahip değilsiniz. Her şeyiniz, her anınız izleniyor. Bütün evlerde var bu cihazlardan. Kitabın en önemli karakteri olan Büyük Birader, sizin her anınızı gözlerini kapatmadan gözetliyor ve hafızasına kaydediyor. Tele-ekran aynı zamanda sürekli olarak belli haber anonslarını çalıp duruyor. Sesi kısabiliyorsunuz ama asla tamamen kapatamıyorsunuz. Ah resmen Kuzey Kore.. Kahraman tele-ekranın kör noktasında hayatının en güzel günlerini Julia denen bir kadın ile yaşıyor. Tele-ekranın olmadığı bir otelde buluşuyorlar sürekli. Cinselliğin hat safhada yaşandığı bölümler sizi kitaptan soğutabilir ancak bırakmayın. Unutmayın o da hayatın bir parçası. Elbet sonunda yakalanıyorlar ve hapsediliyorlar. İşkenceye maruz kalıyor aşağılanıyorlar. Birbirlerini satmalarını isteyen Büyük Birader sonunda istediğine ulaşıyor. Kahramanlık hikâyelerinde asıl adam asla sevdiği kadını satmaz, yoldaşlar en ağır işkence altında bile konuşmaz ama bu hikaye koltuğa sizi oturtuyor. Gerçekten bir seçme şansımız var mı? Yoksa aslında çoğumuzun hayatı işkence sırasında ‘’Fareler beni değil, Julia’yı ısırsın’’ diyen Winston gibi mi? Onun en korktuğu şey fareydi, bizlerin ise para mı makam mı şöhret mi? Neye değişirdiniz sevdanızı, neye değişirdiniz davanızı?


Tele-ekrandan öyle korkacak öyle iğreneceksiniz ki. Televizyona veye bilgisayara bakarken bu aklınıza gelecek. Kullanmadığınız zaman fişini çekeceksiniz. Bu romanı okuduktan sonra kamerasını bantlayan kaç kişi var haberiniz var mı? Belkide hayatınız, her şeye bakış açınız değişecek. Yani umarım değişir..

"Duygularını gizlemek, aklından geçenlerin yüzüne yansımasını önlemek, herkes ne yapıyorsa onu yapmak, içgüdüsel bir tepkiydi."

"Winston sanki deniz dibi ormanlarında öylesine dolaşıyordu, canavarca bir dünyada kaybolmuş gibiydi, ama canavar kendisiydi sanki. Bir başınaydı. Geçmiş yok olup gitmişti, geleceği düşlemek olanaksızdı. Ondan yana olduğuna güvenebileceği tek insan kalmış mıydı acaba?" 


"Korkunu asla gösterme! Öfkeni asla belli etme! Gözlerindeki azıcık bir kıpırtı seni ele verebilir." 
"Bağlılık, düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık bilinçsizliktir."  
"Bilinçleninceye kadar asla başkaldıramayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler." 
"Geçmiş silinmekle kalmıyor, silindiği de unutuluyor, sonunda yalan gerçek olup çıkıyordu."  
"Son, başlangıçta gizliydi."  
"İnsanın azınlıkta olması, tek kişilik bir azınlık olması bile, deli olduğu anlamına gelmiyordu."  
"Bir doğru vardı, bir de doğru olmayan; doğruya sarıldığın zaman tüm dünyayı karşına bile alsan, deli olmuyordun."  
"İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de.