21 Ocak 2021 Perşembe

Kahveyi şekersiz sütlü, seversin mesela.

Hayat durmuş gibi geliyor, belki de sadece benim için geçerlidir bu. Her gece yatakta saatlerce düşünüyorum. Peki neyi? Her şeyi. Uyuyamıyorum. Uyusam da dinlenemiyorum. Mezun oldum ve iş sahibiyim. İstediğim bu değil miydi? Evet ama eksik olan ne.. beni bu derece huzursuz hissettiren ne?  Saplanıp kaldım bu noktada, devamı gelmiyor, getiremiyorum. Yaşıyor muyum? Hayatta mıyım?  Parmaklarım uyuşuyor. Hem bu kadar güçlü hem de zayıf hissetmeyi nasıl başardım acaba. Önceden para harcamak zevk verirdi şimdi o da anlamsız. Ne yapacağımı bilmiyorum. Hayatın getirdiği anlamsız bir noktadayım. Yaşayamadığım dediğim tek bir şey var mı? Var, doğru ya. Yurtdışında yaşamak gibi bir hayalim var.. ha bir de.. sahi ne yapıyordur şu an? Öyle birisi yok ki, hiç olmadı. Var olmayan bir şey yarım kalabilir mi? Hiç başlamayan bir şey bitebilir mi?  Bu ona haksızlık olacak. Benden alınan bir intikam mıydı? Benim başladığım bir işi tamamlamış olmanın verdiği hazdı bu. Cümlelerim kime? Kim, kimin cümlelerini tamamlayabilir ki! Yarım cümleleri, yarım cümlelerin sahibi tamamlamalı. Sadece yarım cümleler mi? Yarım kalmış hayatları da başkası tamamlayabilir mi? İsteseydin yaşayabilirdin demişti. Neden yapmadın? Tek yaşadığımız, gördüğümüz ve yaşadığımız bir çift gözden ibaretti. Her zaman üzerinde olacak bir çift göz.  Nereden geldik bu konuya..

Bu hayatı biz mi seçtik yoksa hayat mı bizi buraya sürükledi? Bence hayat getirdi. Bir isyan mı bu? Buna isyan demek haksızlık olur. Bu düşünmek, sorgulamak. Özellikle şu dönemde yemek ve çalışmak dışında kalan bütün vaktimizde düşünüyoruz. Hayallerimize eriştik mi? Hayır. Mutlu muyuz? Hayır. Yeni hayallere mi kapıldık? Kapılamıyoruz ki.. şartlar izin vermiyor. Bu şartları değiştirmek için uğraşalım mı? Yorulmadın mı? Ben çok yoruldum. Hobilerin yok mu? 18 yıl, 2 üniversite. Üçüncü yolda..Sınavlara çalışmaktan hic hobi edinemedim. Edinseydim de bu hobiler icin almam gerekenkere param yetmezdi. Bunları düşünmek icin fazla mı geç kaldık dersin. Evet, ölmeyi bekleyelim. Olamadık işte, güzel olamadık, yaşayamadık. Başkaları yaşadı biz izledik. Aynaya bakınca gördüğümüz kişiyi sevemedik, yaşayamadık. Hiç kimselere..






23 Ağustos 2019 Cuma

Bende bir resmin var yüzüme bakmiyor

Günlerdir kapimi kimseler çalmiyor
Gögsümden içeri yoklugun siziyor
Bir demlik çayim var
Tütünüm de geçiyor

Duvarlara yazdigim her cümle agliyor
Evlerin isiklari tek tek sönüyor

Bu ev bu nagmeler pesimi birakmiyor
Geceler kara tren
Geceler
Yüklüyor bana seni
Geceler
Bende bir resmin var yüzüme bakmiyor
Kollarim seni ister
Geceler yine seni
Ne baharin tadi var ne de yazin sevgili
Bir demlik günüm var ömrüm de geçiyor
Hiç mi asli yok bunun
Bu asilsiz yüzlerin
Dudagimdan geçtin
Gözlerin yakmiyor
Vazgeçsen olmuyor ölsen olmuyor
Geceler kara tren
Geceler
Yüklüyor bana seni
Geceler
Ben de bir resmin var
Yüzüme bakmiyor



24 Ocak 2019 Perşembe

bin dokuz yüz seksen dört

Bugün bir konudan ziyade bir kitap üzerinde konuşacağım. Aslında yorum yapmayı, özet çıkarmayı sevmeyen birisiyim. Sadece okurum ve kitabı kendime saklarım. Ancak 1984 üzerinde konuşulmaya hatta tartışmaya bile değecek bir kitap. Zamanında hiçbir şekilde ilgi görmeyen kitap ne oldu da bu kadar okundu ve değer gördü? Yılmaz ÖZDİL'in 2500 TL'lik kitap satması anına kadar 1984 konuşuluyordu. 1903'te Hindistan'da doğan Orwell aslında başlangıçta 1980'i seçmiş, kitabın tamamlanması biraz da hastalığı yüzünden uzadığı için 1982 olarak değiştirmiş ancak beyefendi daha sonra 1984'te karar kılmıştır. Kitabı 1948'de tamamladığı için, 1984'ün son iki rakamının yerlerini değiştirmeye karar vermiş. 1984'ten önce Stalin rejimini anlatan "Hayvan Çiftliği" ni okudum. Yalan yok. Başka Stalin rejimi aklıma gelmedi ancak diktatörlüğü anlattığı açıkça belliydi. Hiciv türünde yazılan bir kitap kendisi, okumanızı şiddetle öneririm. Sonradan 1984'te öğrendim Stalin rejimine dair bir eleştiri olduğunu ve araştırdım. Tüm karakterler Stalin rejimi ile uyuşuyordu. Napoleon adındaki domuzun açıkça Stalin'i temsil ettiği görülmektedir. Napoleon tarafından çiftlikten sürülen Snowball, Lev Troçki'yi simgeler. Mükemmel bir konuşmacı olan, diğer hayvanları yalanlara boğan squalor; Pravda gazetesini simgeler. Çok güçlü ama zeki olmayan at "Boxer"; Stalin rejiminin altında sorgusuz sualsiz çalışan ve iyi niyetleri sömürülen işçi sınıfını temsil ediyor.. 1984'te geri dönelim! Kitapta baskıcı bir sistem ve bunun aracı ise "Tele-ekran" denilen şeydir. Bu zımbırtı hayatınızın her saniyesini, her konuşmanızı, her hareketinizi kontrol ediyor. Başta halk korkutulup bir savaş başlatılıyor ve devlet kendi halkını sindirmek için onlara saldırıyor. Ardından suçu uzaktaki bilinmez bir ülkeye atıyor. Savaş ile birlikte devlet her şeye el koyuyor ve kontrol ediyor. Dünya 3’e bölünüyor ve savaşta olduklarını zannettikleri ülke hakkında hiçbir şey bilmiyorlar. Bu ülke gerçekten var mı o bile belli değil. İnsanlar takım elbiselerinin içinde nefretle ekrandaki çekik gözlü yabancı askerlere küfür ediyorlar. Gerçek düşman çok yakında ancak bunu göremeyecek kadar aptallaştırılıyorlar. Gerçek bile olmayan bir savaşta insanlar katlediliyorlar. Buna göz yumuluyor. Tele-ekranın her anını gözetlediği kahraman 1984 yılında kameranın kör noktasında kitabı yazıyor. Tüm hikaye böyle başlıyor.


Tele-ekran o kadar saçma bir şey ki özel hayat diye bir şeye sahip değilsiniz. Her şeyiniz, her anınız izleniyor. Bütün evlerde var bu cihazlardan. Kitabın en önemli karakteri olan Büyük Birader, sizin her anınızı gözlerini kapatmadan gözetliyor ve hafızasına kaydediyor. Tele-ekran aynı zamanda sürekli olarak belli haber anonslarını çalıp duruyor. Sesi kısabiliyorsunuz ama asla tamamen kapatamıyorsunuz. Ah resmen Kuzey Kore.. Kahraman tele-ekranın kör noktasında hayatının en güzel günlerini Julia denen bir kadın ile yaşıyor. Tele-ekranın olmadığı bir otelde buluşuyorlar sürekli. Cinselliğin hat safhada yaşandığı bölümler sizi kitaptan soğutabilir ancak bırakmayın. Unutmayın o da hayatın bir parçası. Elbet sonunda yakalanıyorlar ve hapsediliyorlar. İşkenceye maruz kalıyor aşağılanıyorlar. Birbirlerini satmalarını isteyen Büyük Birader sonunda istediğine ulaşıyor. Kahramanlık hikâyelerinde asıl adam asla sevdiği kadını satmaz, yoldaşlar en ağır işkence altında bile konuşmaz ama bu hikaye koltuğa sizi oturtuyor. Gerçekten bir seçme şansımız var mı? Yoksa aslında çoğumuzun hayatı işkence sırasında ‘’Fareler beni değil, Julia’yı ısırsın’’ diyen Winston gibi mi? Onun en korktuğu şey fareydi, bizlerin ise para mı makam mı şöhret mi? Neye değişirdiniz sevdanızı, neye değişirdiniz davanızı?


Tele-ekrandan öyle korkacak öyle iğreneceksiniz ki. Televizyona veye bilgisayara bakarken bu aklınıza gelecek. Kullanmadığınız zaman fişini çekeceksiniz. Bu romanı okuduktan sonra kamerasını bantlayan kaç kişi var haberiniz var mı? Belkide hayatınız, her şeye bakış açınız değişecek. Yani umarım değişir..

"Duygularını gizlemek, aklından geçenlerin yüzüne yansımasını önlemek, herkes ne yapıyorsa onu yapmak, içgüdüsel bir tepkiydi."

"Winston sanki deniz dibi ormanlarında öylesine dolaşıyordu, canavarca bir dünyada kaybolmuş gibiydi, ama canavar kendisiydi sanki. Bir başınaydı. Geçmiş yok olup gitmişti, geleceği düşlemek olanaksızdı. Ondan yana olduğuna güvenebileceği tek insan kalmış mıydı acaba?" 


"Korkunu asla gösterme! Öfkeni asla belli etme! Gözlerindeki azıcık bir kıpırtı seni ele verebilir." 
"Bağlılık, düşünmemek demektir, düşünmeye gerek duymamak demektir. Bağlılık bilinçsizliktir."  
"Bilinçleninceye kadar asla başkaldıramayacaklar, ama başkaldırmadıkça da bilinçlenemezler." 
"Geçmiş silinmekle kalmıyor, silindiği de unutuluyor, sonunda yalan gerçek olup çıkıyordu."  
"Son, başlangıçta gizliydi."  
"İnsanın azınlıkta olması, tek kişilik bir azınlık olması bile, deli olduğu anlamına gelmiyordu."  
"Bir doğru vardı, bir de doğru olmayan; doğruya sarıldığın zaman tüm dünyayı karşına bile alsan, deli olmuyordun."  
"İnsan sevilmekten çok anlaşılmayı istiyordu belki de.           
                                                                                                                                      

15 Aralık 2018 Cumartesi

Gelin Hele, Az Muhabbet Edelim.. - ama siz konuşmayın-

Değiştim. Çok oldu.Bu paradoksun içinde “büyümek” dediğiniz zımbırtı da var, "olgunlaşma" da var. Gözümden kaçmayan bir başka değişimim ise giderek artan, her geçen gün daha da şiddetlenen asabiyetim. Sinirli bir insan oldum ulan. Zaten sinirliydin diyeceksiniz biliyorum.. O halde daha da sinirli oldum. Önceden sadece acıkınca sinirlenen ben, şimdi hemen hemen her şeye karşı agresif bir insan oldum. Bu siniri iki fonksiyona bağlıyorum, daha doğrusu ikinci tahmini haksızlık olmasın diye geliştirdim. İlk sebebim; kendi düşüncelerim ile karşıdaki insanı manipüle etme çabalarım diyebilirim. Onun düşüncelerini umursamadan hatta dinlemeden veya haklı haksız dinlemeden kendi düşüncelerimi ortaya koymam ve onu koruyup kollamam. Napalım dominantlık var biraz.. Evet şimdi ikinci sebep; oldum olası duygusal bir birey olmadım, çocukluğumda falan doğal olarak biraz ağlak olabilirdim ama sonradan eser kalmadı. Geçenlerde "Bizim İçin Şampiyon" filmini izledim orada göz yaşlarıma sahip olduğumu hatırladım, yanlış anlamayın sadece gözlerim doldu. Kalbim suskun halde, ikinci plana geçti hatta bence öldü ve onun yerine saf beyinden oluşan bir şey icat ettim. Şefkati ara sıra copilot olunabiliyor bu illet, zira elbette her zaman birinci pilotun dediği olacaktır. Bir ara sanki ortaya çıkar gibi oldu ancak kısa sürdü..

İnsanların bana zerre yarar sağlamayacakları konusunda kendimi ikna ettim sonunda. Buna inanıyordum ancak iç sesim hâlâ bir yerlerde insanlık vardır diye düşünüyordu. Hayatımda bulunan birkaç kişi hariç gerisine ihtiyacım yok. Güvenmeyi çok denedim ancak her seferinde farklı şeyler oldu. Şimdi bakıyorum acaba sorun bende olabilir mi diye ancak durup dururken ortalığı karıştıracak bir insan olduğumu da düşünmüyorum. Sizce?

Ne istediğimi, nasıl bir birey olmak istediğimi biliyorum aslında ama bir türlü kesin sonuca erişemiyorum. Ne istediğim çok açık, belki klişe olacak ancak ideal bir hayat istiyorum. Arabam olsun ama lüks olmasına gerek yok. Evim olsun 2+1 olsun yeterli, duşuna çok dikkat ederim bu konuyu es geçemem. Eğerki bir haftalığına duygusal biri olacak olursam ki muhtemelen o süreçte hayatımın kadının bulup evlenmişimdir.. Evlatlarıma kaliteli ve geleceği garanti bir hayat sunmak isterim. Zira kendileri de çabalayacaklardır. Onun harici net hiçbir şey yok.En çok buna sinirleniyorum. Gri istemiyorum, ya siyah olacak ya beyaz, ya yin olacak ya yang. Dolar gibi kıvırmayacak- önceden dansöz derdik- 
Hayata tek başıma tutunacak kadar sağlam mıyım bilmiyorum, hâlâ yaşıyorum. Değil mi? İşaret açık. Benzerliklerimizi bilmem ama bir farkımız var.-benzerliğimizinde olduğunu sanmıyorum ama kalbin kırılması- Bunu idrak ettim. Seçimler hayatın her yerinde olmuş ve olacaktır. Seçimi ben yaparsam bu benim hayatım olur. Doğru anlatabildim mi? Ben hayatımdaki seçimleri başkalarına bırakmıyor ve benim hayatımı yönlendirmelerine müsaade etmiyorum. Benim demek istediğim şey şu; bana hayatın sunduğu seçenekler arasında benim istediğim bir şık yok. Sürekli bir seçimin içine çekiliyorum, sonra önüme garip garip şeyler geliveriyor. Mesela; hiç bir insan yoktur ki doğacağı yeri, annesini, babasını, kardeşlerini, fiziksel özelliklerini, adını, soy ismini, doğacağı tarihi, dünya ile ilk kez iletişim kurmasına yarayacak olan dilini, hatta dünyaya gelmeyi, (gönderilmeyi) kendisi seçmiş olsun. (din seçme konusuna girmiyorum çok uzun...) Düşünsenize! Belki de japon hanedanlığının yüzlerce yıldır sahip olamadığı erkek çocuk ben olacaktım, kıçımda bez varken "sembolik de olsa" tahta geçecektim. Hiç birinizi tanımazdım!! Belkide insanlar yaratılmadan önce bir yerlerde zar attılar da hayata gözlerini açtıklarında, kimisi açlıktan ölmek üzere olan bir çocuk, kimisi de karun kadar zengin bir adamın çocuğu olarak buldular kendilerini.. Aslında zar atma hakkı bile verilmedi..
SONUÇ OLARAK EVET AGRESYONUM GİT GİDE İLERLİYOR. Şu an ilerledi mesela. Acıktım ve uykum var. Var olun dostlar..



27 Temmuz 2018 Cuma

İkinci içecek

Yalnızlığın senfonisidir, sembolüdür o hengâmede... Tüm soslar, burgerler, patatesler yenir ama o içilmez, içilemez. Hep tektir.

Karnın acıkmıştır; tek menünün yetmeyeceğini bilirsin. Önüne çıkan tüm paradoksları değerlendirirsin... ve fiyat, kalori oranı en yüksek olan menüyü/menüleri tercih edersin. Muhtemelen 2. içecek vardır ve yirmi beş kuruş mantalitesine sahiptir... "Bundan olsun."

+İçecekler ne olsun?

- Biri kola olacak, diğeri ise... (2-3 saniye düşündükten sonra asitsiz bir içecek seçilir) Diğeri de ice-tea, mango.

Takım yavaştan sahaya girmeye başlar. İlk soslar, arkasından tuz ve pipet takip edecektir. Ufukta ilk içeceği görüyorum. arkasında da diğeri. E tabiki ilk kolayı içeceksin. Burgerler ve patatesler eklenince, tek bir derdin vardır.. o da yer bulup bir an önce menüyü gömmek. 

Kolayla burgeri harmanlıyorsun resmen. Bir yandan ranch sos'a bandığın patateslerini yiyorsun. O hazzı anlatmak zordur ama anlatıyorum. Kimseyle konuşmuyor ve göz göze gelmiyorsun. Tek odağın o menüdür. Kola ile menüyü aynı anda bitirmeye çalışırım ben genelde. Siz nasıl yaparsınız bilmem.. İkinci patates, ikinci burger adama haz verir, dilediğin her şeyi verir... Peki ya ikinci içecek? Ya hiç başlanmaz ya da başlandığında bile tamamlanmaz.

Kalkıyorsun masadan, ardına bakıyorsun. İkinci içecek?? Mangolu olsun demiştim kasada. Şimdi onu bırakıp nereye gidiyorum. Yıllarca ihanet ettin ikinci içeceklere. Nereden çıktı bu MFÖ. Hep yalnızlık var sonunda... bilmiyorsan tıkla

Bana öyle bir baktın ki masadan, sana karşı bir şeyler hissettim be ikinci içecek. 21 yıldır aradığım sevgiyi buldum sanırım. Geçmişte yamuk yapılan bütün ikinci içecekler adına, dayanamayacağım sanırım.. alıyorum ve eve götürüyorum. Dolabın kapağını açıp en güvendiğim rafa bırakıyorum. Spordan  sonra özlemle,ihtirasla açtım dolabı. O kadar güzeldi ki bitirince, bittiğine üzüldüm.

Hepimiz, hayattan farkına varmadan bir şeyleri arka planda unuturuz;umursamayız. Biz de kim bilir, kimlerin ikinci içeceği olmuşuzdur. Farkına varamadık.

Her seçimimiz bir vazgeçiş olsa bile, bakış açımızı değiştirdiğimizde, ikinci plana attığımız o içecekten ne olursa olsun vazgeçmediğimizde neler olabileceğinin paradoksunun iyi sonuçlar vereceğini unutmayalım. 

Teşekkürler ikinci içecek :)





16 Nisan 2018 Pazartesi

Kariyer mi aile mi?

      Sizce hangisi daha önemli? Geleceğinizi düşünün.. Yoğun bir iş mesaisinin sonuna gelmiş ve bu yazıyı okuyorsunuz. Bir an önce servise binip eve gitmek için can atıyorsunuz.. Böylelikle gününüzün en güzel anları başlayabilecek ve siz mutlu olacaksınız. Zira bu süre çok kısıtlı ve yarın sabah erkenden uyanmak için dinlenmeniz gerekiyor. Bundan dolayı ailenize yeterli zamanı ayıramıyorsunuz.
      Ne için?
Aylık kiranızı denkleştirmek için mi? Yoksa vergisinin bile vergisi olan faturaları ödemek için mi?  Sizin zorunlu ihtiyaçlarınız üzerinden para kazanan şahısları milyarder etmek için mi? Veya emek verip kazandığınız para ile çocuğunuza bez almak için mi? Üstelik çocuğunuz bu beze sıçacak..
Yılda 450.000TL kazandığınızı düşünün. Ancak bunu kazanmak için ailenizi feda ettiğinizi, onlara ayıracağınızı zamanı para kazanmak için kullandığınızı. Sizce başarılı bir insan mısınız? Asla. Hayattaki tek amacı maddiyat olan bir insansınız. Muhtemelen sizi mutlu edecek tek şey dünyayı eline almış bir kağıt parçası olacaktır. Ailenize  verebileceğiniz tek şey para olacaktır ve onların bolluk içinde yaşamasını sağlayacaksınız. Peki ya tüm bu eksiklikler? Evladınızın karşısına çıkıp layığı ile babalık/annelik yaptığınızı söyleyebilecek misiniz? Eminim çoğu insan için maddiyat önemlidir. Yaşadığımız ülke ve ihtiyaçlarımızın fazlalığı konusunda hemfikiriz. Ancak daha önemli şeyler olduğunu düşünüyorum. Hepimizin var ileriye dönük maddi planları. Peki bu ne kadar mantıklı? Hayatta kalmak için bazı unsurlara ihtiyaç duyarız, peki bunları elde etmek için neden çalışıyoruz? Neden kazandığınız parayı çocuğunuza dondurma almak yerine su faturasına ödeyesiniz? Hayatım boyunca suyun neden bedelinin olduğunu anlayamadım. Konuya dönersek işinizden çok daha önemli şeyler var hayatta. Hayatımızın yaklaşık 90.000 saatini işimize ayırmak gerçekten ironik. Size iş hayatınızdan daha önemli birkaç saymak istiyorum. Elbette bu şahsi düşüncem Unutmayın burası benim :)

Sağlık. Çoğunuzun ilerideki mesleği masa başında olacaktır. İster katılırsınız ister katılmazsınız. Ancak siz farkında olmadan size sıkıcı gelen işiniz, beyninizi uyuşturarak size yavaş bir ölüm hazırlayacak. Hiçbiriniz sabahın 6'sında uyanıp koşa koşa işinize gitmeyeceksiniz. Gün görmemiş küfürler ortaya çıkacak ve her gün lanet edeceksiniz. Eğer ki böyle bir işe atanırsanız yeterli sayıda ara verdiğinizden emin olun. En azından ofisinizde gezinin. Mümkün olduğunca temiz oksijen alanlarına vakit ayırın. Kariyerinizin başarısı çok önemli değil. İstediğiniz şeyi yiyip içemiyorsanız neden varsınız? Hem ruh, hem de enden sağlığınız yerinde değil. Hayat bu değil..

Temiz hava. Şu an ben dahil olmak üzere çoğu insan monitör başında veya telefonunun başında. Dışarıda oyun oynayan neslin son insanlarıyız sanırım. Elbette hâlâ ülkenin bazı yerlerinde vardır böyle nadir hayatlar. Güneş ışığının önünde, tertemiz hava, gülümseyen insanlar, salçalı ekmek.. ah..
Kendinize bu konuda zaman ayırın. En azından her iş çıkışı oksijen alanlarında bulunun, doğanın tadını çıkarın. Bunun çoğu stresinizi alacağından eminim. Yıllardır ayaklarım toprak görmedi, içimdeki elektriği tahmin edemiyorum. 

Beslenmek. Bana göre hayatta yatırım yapacağım tek şeydir beslenmek. Güzel bir arabaya veya lüks bir ev umurumda değil. Allah'ın verdiği güzel nimetlerden faydalanmak en güzel şeydir. Bu nimetlerin paranın hegemonyası altına girmesi çok gereksiz ancak yapacak çok şey yok. Evinize aldığınız güzel mobilyalar, mutfak dolapları, pahalı kıyafetler, saatler.. Bunların ne kadar gereksiz olduğunu söylememe gerek var mı? Çocuklarınızın sağlıklı beslenmesine katkıda bulunun, onlara güzel bir geleceği bu şekilde verebilirsiniz. İleride parlayacak bir arsaya yatırım yapmak çocuğunuza ne verebilir? Maddi yönden inanılmaz güçte olan insanlar patates püresi veya lapa pirinç ile besleniyor. Böyle olmak istemiyorsanız dikkat edin!

Dil. Dil öğrenmenin yararlarını oturup burada size anlatmayacağım. Ancak farklı dillere sahip olmanın ne kadar ciddi bir şey olduğunu kabul edin ve bunun için bir şeyler yapın. 3 dil bildiğinizi düşünsenize. 3 farklı insanın sahip olduklarına sahipsiniz. Çocuğunuza bu konuda katkıda bulunun, sizin bu konuda hevesli olmanız onu da heveslendirecektir. Ancak bunun akademik bir şekilde yapılmasını doğru bulmuyorum. Farklı yöntemler var ve insan en iyi yöntemi kendisi belirlemeli.

Amaç. Hayattaki amacınızı farkına varın. Ne yapmak istiyorsunuz? Neler görmek istiyorsunuz? Hangi hazları tatmak istiyorsunuz? Hayatınızı bu amaç üzerinden yürütün. Monoton bir hayat kimse istemez. Yaşadığımız sistem ne kadar buna zorunlu bıraksa da eminim ki bu konuda elimizi taşın altına atabiliriz. Hiç aile kurmayı düşünmeyip belli bir maddi plana ulaştığınız zaman dünyayı dolaşabilirsiniz. Tüm yatırımınızı kendinize ayırıp belkide milyonların hayalini kurduğu şeyi yaşayabilirsiniz.Örneğin bir koleksiyonunuz da olabilir. Taş koleksiyonu, Marvel kahramanlarından oluşan bir koleksiyon, istiridye koleksiyonu, video oyunu koleksiyonu.. Sizi her gördüğünüzde mutlu edecek, uğraştığınız zaman sizi mutlu edecek bir şeyler bulun. Aile hayatına önem veriyorsanız zaten her şeyiniz bu yönde olmalı. 

Aile. Elbette üzerinde en çok durmanız gereken konudur. Bir aileye sahipseniz onların iyiliğinden, refahından, sağlığından ve mutluluğundan siz sorumlusunuz. Yatırımınızı buna yönelik yapın. Onların yüzündeki anlık tebessüm sizi çok mutlu edecek ve emeğinizin karşılığını alacaksınız. Gidip onları mutlu edecek hediyeler almak doğru olmaz. Onlar ile vakit geçirin. Örneğin küçüklükten yatkın olduğu etkinliği bulun ve hayatını ona göre şekillendirin. Bunu yaparken onun yanında olun hatta onun ile birlikte yapmaya çalışın. Akademik başarı her zaman gerekli ve önemlidir ancak insanın geliştirdiği bir yönü olmalı. Belki de bunu iyi yönde kullanıp geleceğini bunun üzerine kuracaktır.  

      Kariyer sahibi olmak isteyenleri de anlıyorum. Onların hayatlarını bu yönde geliştirmesi ve ilerletmesi çok daha uygun olur. Her ikisini birlikte yönlendirebileceğimizi düşünmüyorum. Elbet eksik olacaktır bazı şeyler.. Bu eksiklikler ileride ortaya çıkacak ve pişmanlık olarak size geri dönecektir. "Sonunu düşünen kahraman olamaz." sözünü ortaya atan kim bilmiyorum ancak kesinlikle yanlış bir sözdür. Her şeyin sonunu en ufak detayı ile düşünmeli ve ona göre hareket etmeliyiz. Tüm enerjimizi buna vermeli ve amacımızı dağıtmadan tek bir noktayı hedef olarak görmeliyiz. Selam.. 



22 Mart 2018 Perşembe

Elfida

      Unutulmayan eserlerin neredeyse hepsinin bir hikayesi vardır. Günlerce hatta yıllarca dinlediğimiz müziklerin hikayelerinden bi:haberiz. Bu hikayeler ile tanışınca dinlediğimiz müzik daha da buruk bil hal alacaktır. Size bu gece(01.14) "Elfida" şarkısının içinize dokunacak hikayesinden bahsedeceğim. Birçoğunuzun tanıdığı Haluk Levent ACİL'e ait olan şarkının hikayesini bizzat kendisi açıklamıştır. Sebebi bu yazıyı şarkı hakkında konuşulan polemikleri bitirmek içindir. Öncelikle biraz Haluk Levent'ten bahsetmek istiyorum. İddia ediyorum bu adamı sevmeyen yoktur. Kendisinin sevmemizin en önemli sebebi de halkın içinden, bizden biriymiş gibi davranmasıdır. Sosyal medyada illaki karşınıza çıkmıştır. İçten ve esprili çıkışları olan, kötü olduğuna inandığı insanlardan lafını esirgemeyen, yardım talebinde bulunanlardan yardımını geri çevirmeyen bir insandır. 2017 yılında AHBAP derneğini kurmuş ve şu an Türkiye'nin neredeyse her ilinde faaliyetlerine devam etmektedir.  İsterseniz hemen şimdi sitesinden derneğe kayıt olabilirsiniz. AHBAP'ın bulunduğu her bölgede ihtiyaç sahipleri belirlenip yardımlar yapılıyor. Öğrenciler göz bebeği ve yardım konusunda hep ilk sıradalar. Çocukların bayram sevincini gönlünce yaşamalarını sağlıyorlar.  Lösemi hastası kardeşlerine hep destek, tam destek vermeyi ihmal etmiyorlar. Bunun gibi birçok şey sayabiliriz. Ancak şu an asıl konumuza dönmek istiyorum. 

      Haluk Levent, kanser hastası çocukların bakımını üstlenmiş bir isimdir. "Elfida" da küçük yaşta hayatını kaybeden bir kız çocuğuna ithafen yazılmış. Şarkının adı Elfida, ancak kızın adı "Beyzanur". Bu şarkının kendisine yazıldığından habersiz, bu dünyaya veda etmiş. Beyzanur ile dört yaşlarında tanıştığını söyleyen Haluk Levent, babasının ise bir emekçi olduğunu belirtmiştir. Haluk Levent, Beyzanur'a destek olma amacı ile tedavi gördüğü Cerrahpaşa Tıp Fakültesini ziyaret ederdi sık sık. Sürekli doktorlar ile irtibat halinde olan Haluk Levent'e günün birinde bir doktor "Bu kızı gözden çıkartın Haluk Bey" diyor. Yanında da müzisyen arkadaşı Emrah Aydoğdu var. Emrah, bu lafın üzerine aklına gelen ilk kelimeyi söylüyor: “Elfida”. Osmanlıca’daki anlamı gözden çıkarılan kadın demek. Haluk Levent bu sırada arkadaşına sarılır ve ağlamaya başlar. Bunun üzerine Emrah Aydoğdu ile birlikte "Elfida" şarkısını yazmış. Bu şarkıyı son günlerinde Beyzanur'a söylemiş ancak Beyzanur "Elfida"nın o olduğundan habersizdir. Haluk Levent şarkının sözlerini şu şekilde açıklıyor: "O dönemde şirketlerim batmış, sözlerdeki 'Omzumda iz bırakma, yüküm dünyaya yakın,' şunu ifade etmek içindi: zaten dünya kadar batmışım, sıkıntılıyım, Beyzacığım ne olur bari sen gitme demek içindi. O sözlerdeki 'yüzyıllardır sarılmamış kolların' cümlesi, anne ve babası gece gündüz nöbetteydiler. Beyzanur'un kırılganlığından hasta yatağından dolayı sarılamıyorlardı. Gerçekten sarılabildiklerini görmedim. Sisliydi kirpiklerin ve gözlerin yağmurlu sözleri ise Beyzanur'un gerçekten hep yağmurlu gözleri vardı hayata tutunmaya çalışan...O dönemde hastane personeline Bakırköy'de bir konser verdim. Beyzanur'a iyi baksınlar diye onların gecesine katıldım. O gece evden başka bir yere kaldırılan Beyzanur'u kaybettik. Ardından anne ve babasından rica ettim. Yıllardır Beyzanur'un babasıydınız. Evet kızımızı kaybettik. Lütfen bir çocuk daha yapın dedim. Aradan bir yıl geçti beni aradılar. Haluk Abi bir kız çocuğumuz oluyor. 'Adını Elfida koyun.' dedim ve kızları oldu. Adı Elfida. Şu anda o Elfida belki de 8-9 yaşlarında ve bir okulda okuyor. Ablasının ismini taşıyor.Bu şarkıyı o dönemlerde söylerken birçok kişi söyledi. Ben bu şarkıyı ticari amaçla kullanmak ve vermek istemedim ve vermedim de. Bu başka bir şeydi. Bir Akdeniz Akşamları faciası daha yaşamak istemiyordum. Biliyorsunuz Akdeniz Akşamları muazzam bir şarkıdır aslında. O dönemin bir öyküsüdür ama herkes okuya okuya artık içimizden gelmeyecek hale geldi. Elfida'nın öyle olmasını istemiyordum o çok özel bir şarkıydı ama ben yurtdışındayken benim bilgim dahilinde olmadan Ankaradan bir müzisyene verilmiş şarkı. Çok üzüldüm ve kızdım. Ailesi beni aradı, çok özür diledim. Vermeme kararı aldık şarkıyı. Burada ailesinin de çok mücadelesi oldu Beyzanur ile ilgili ve tekrar hayata döndürülmesiyle ilgili. Onların acılarını hep paylaşmaya çalıştım. Kısacası Elfida'nın öyküsü bu. Başka hiçbir öyküsü yok." 


Yüzün geçmişten kalan
Aşka tarif yazdıran
Bir alaturka hüzün
Yüzün kıyıma vuran
Anne karnı huzur
Çocukluğumun sesi
Senden bana
Şimdi zamanı sızdıran

Şımartılmamış aşkın
Sessizliğe yakın
Kimbilir kaç yüzyıldır
Sarılmamış kolların
Sisliydi kirpiklerin
Ve gözlerin yağmurlu
Yorulmuşsun
Hakkını almış yılların

Elfida
Bir belalı başımsın
Elfida
Beni farketme sakın
Omzumda iz bırakma 
Yüküm dünyaya yakın
Elfida
Hep aklımda kalacaksın

Elfida
Sen eski bir şarkısın
Elfida
Beni farketme sakın
Omzumda iz bırakma 
Yüküm dünyaya yakın
Elfida 
Hep aklımda kalacaksın


      Hep aklımda kalacak Elfida. Bu yaşanmışlık beni çok etkiledi. Hepimiz yaşamak için ölümü bekliyoruz. Beyzanur en huzurlu yerde, hepimiz oraya ulaşmak için nefes alıyoruz..  


                                           Ve Elfida...

16 Mart 2018 Cuma

Apollo 11

      Bugün size 16 Temmuz 1969 yılında NASA tarafından gerçekleştirilen Ay yüzeyine yapılan ilk uzay yolculuğunu olan Apollo 11 uzay gemisi ve mürettebatından bahsedeceğim. Apollo 11 uzay aracı; astronot ve erzakların bulunduğu komuta modülü, yön değiştirme için ve yakıt-motorların bulunduğu kontrol modülü ve Ay’a iniş yapabilmek için kullanılan Ay modülünden oluşmaktadır. Bu yolculuğu  "Bir insan için küçük bir adım, insanlık için dev bir sıçrayış.” diye tarif eden ekip sekiz gün süren bu uzay yolculuğundan sonra ekip Dünya’ya geri dönmüştür. Fakat bazı kişiler, kurumlar veya otoriteler NASA'nın Dünya'dan yaklaşık olarka 385.000 km uzakta olan Ay'a hiçbir zaman bir uzay aracı göndermediğini ve Apollo uçuşlarının tamamen komplo olduğunu iddia etmişlerdir. Teorisyenlerin iddialarından bahsedecek olursam;

      Bir iddiaya göre Ay'a çıkılma videosu bir stüdyoda çekilmiştir. Diğer bir iddia ise bu video ABD başkanlarının bile özel izinle girebildiği 51. bölgede çekilmiştir. Bazı teorisyenlere göre ABD, soğuk savaşı Ay'a ayak basan ilk ülkenin kazanacağına inanıyordu ve o zamandaki teknoloji ile bunun imkansız olacağı da biliyordu. Bu amaç ile ABD böyle bir düzenek kurdu. Teorisyenlerin bazı iddiaları şunlardır;

1-Atmosferin olmadığı yerde bayrağın dalgalanması mümkün değildir.

2-Dünya'dan bile çıplak gözle görülebilir yıldızların atmosfer olmayan Ay yüzeyinden daha net görülmesi gerekirken, fotoğraflardan hiçbir yıldızın olmaması,

3-Ay’da adım atarken astronotların ayakları bile iz bırakıyorsa, nasıl olur da koskoca füze inerken iz bırakmaz.

4-NASA Ay’da kullandıkları tek ışık kaynağının güneş olduğunu öne sürmüştür. Fakat fotoğraftaki gölgeler aksini iddia etmektedir gibi iddialarda bulunmuşlardır.

      NASA'nın bu iddialara vermiş olduğu cevaplara gelirsek;

İddia 1-NASA, bayrak yer çekiminin dünyadakinden 6 kat küçük olduğu Ay'da astronotlar tarafından kurulma esnasında oluşan titreşimden dolayı buruştuğunu ve bu yüzden rüzgarla dalgalanmadığı halde dalgalanıyormuş gibi gözüktüğünü cevap olarak vermiştir.

İddia 2-Bunun sebebi, yapılan tüm Ay inişlerinin gündüz Güneş gökteyken yapılmış olmasıdır.

İddia 3-Uzay aracının sert ve düz bir kayanın üzerine inmesinden ve astronotların ayak izlerinin sadece Ay yüzeyinin yumuşak olan bölgelerinde belirgin olmasından bahsetmek gerekir.

İddia 4-Güneş tek ışık kaynağı değildir. Dünya, Ay'ı Ay'ın Dünya'yı aydınlattığından çok daha fazla aydınlatır. Ayrıca Ay yüzeyinin yansıtıcı yapısının Güneş ışığını çok yüksek seviyelerde yansıtması da bazı cisimlerin paralel olmayan gölgelerini oluşturma konusunda büyük rol oynar.

Not:Bir süreden sonra bu teorisyenler projenin gerçekliğini kabul etmişlerdir.

      Armstrong, Buzz Aldrin ve Michael Collins’i taşıyan Apollo 11 20 Temmuz’da Ay’a vardı. Bir çoğunuz bu uzay aracının içerisinde Ay'a yürüyen ilk insanların "Neil Armstrong" ve "Buzz Aldrin" olduğunu da biliyoruz. Ancak kimse Michael Collins'in varlığından ve başarılı bir astronot olduğundan haberdar değildir. Michael Collins, 1969 yılında Ay'a ulaşan Apollo 11'in 3 kişilik mürettebatından biriydi. Yani Ay'a ilk adım atan astronotlar ile birlikteydi. Neil Armstrong ve Buzz Aldrin Ay üzerinde adımlar atarken, Michael Collins Apollo 11'in içinde Ay yörüngesinde turlamak ile görevliydi. Uzay aracı, Ay'ın Dünya'ya bakmayan karanlık yüzüne geçtiği zaman radyo sinyalleri Ay tarafından engellenmiş ve Michael Collins'in Dünya ile tüm bağlantıları kesilmişti ve elbette diğer 2 astronot ile de. Michael Collins Ay'ın arka yüzünde geçirdiği 48 dakika boyunca en yalnız anlarını yaşar ve insanlık tarihine geçer. Böylelikle Dünya'dan en uzak mesafede bulunan kişi oldu kendisi. Apollo 11'e ve astronotların görevlerine dönelim. Ay Modülü, inecek uygun bir yer aramanın uzun sürmesi yüzünden yakıtı bitmek üzereyken, 20:17’de Ay yüzeyine indi. Armstrong Dünya’ya “Houston, burası Sükûnet Üssü. Kartal kondu.” mesajını gönderdi. 

Önceden kararlaştırıldığı şekilde modülden önce Armstrong çıktı. Merdivenin son basamağına gelince kısaca durup yüzeyi tarif etti: “Çok ince taneli, neredeyse pudra gibi. Şimdi iniyorum…” Sol ayağıyla attığı ilk adımın ardından, kendisini dinleyen yaklaşık 450 milyon Dünyalıya o ünlü sözünü söyledi: “Bir insan için küçük bir adım, insanlık için dev bir sıçrayış.”

      Yirmi dakika sonra Aldrin de Ay’a ayak bastı. Astronotlar iniş noktasına bir plaket bıraktılar, ABD bayrağını diktiler, 20 kg taş örneği topladılar ve üç tane bilimsel araştırma cihazı kurdular. Son olarak Armstrong 60 metre uzaktaki bir kratere yürüdü ve oraya, hayatını kaybeden Sovyet kozmonotları Yuri Gagarin ve Vladimir Komarov ile Apollo 1 astronotları Gus Grissom, Ed White ve Roger B. Chaffee anısına bir paket bıraktı. Astronotlar iki buçuk saati araç dışında olmak üzere ay yüzeyinde toplam 21 saat 37 dakika zaman geçirdiler.

Bu arada yürüyüş sırasında Armstrong ne ezan sesi duydu, ne de “iyi şanslar Bay Gorsky” dedi. : )

      Komuta modülüyle birlikte paraşütlerle Büyük Okyanus'a düşen astronotlar uzaydan mikroorganizmalar getirebilecekleri endişesiyle 21 gün karantinada tutulmuşlardır.Dünyaya döndükten sonra Armstrong tekrar uzaya çıkmadı. Şahsen en çok merak ettiğim olaylardan birisi Michael Collins'in, Ay'ın karanlık yüzünden Dünya'yı görüp göremediğidir. Ay'ın göremediğimiz tarafının ise Güneş ışığı almadığı düşüncesi aklımıza gelebilir. Ay’ın kendi etrafında dönen bir gök cismi olduğunu unutmamamız gerekiyor. 1965 yılında  Sovyetler Birliği uzay aracı olan Zond 3, Ay’ın arka tarafıyla ilgili bilgilerimizi arttırdı. 68 dakika boyunca oldukça kaliteli fotoğraflarını çekti. Dokuz gün sonra ise çektiği fotoğrafları birkaç ay boyunca Dünya’ya iletmeye devam etti. ABD ise 1966 ile 1967 yılları arasında Ay Yörünge Aracı Programı dahilinde beş insansız uzay aracı yolladı.  633 tane yüksek çözünürlüklü, 211 tane orta çözünürlüklü fotoğraf çekilmiş, yörünge araçları toplamda Ay’ın yüzeyinin yüzde 99’unun yüksek kaliteli haritasını çıkarmışlardır. Bu uzay araçlarının hepsi de Apollo uçuşlarında iletişim tehlikesi oluşturmamaları için Ay’a çarptırılmışlardır. Hemen bir yıl sonra, 1968’de Apollo 8 görevi ile ABD’li Astronot William Anders, Ay’ın arka yüzünü gören ilk insan olmuştur. Önümüzdeki 20 yıl içinde insanlık tekrar uzayı keşfe çıkmaya hazırlanmakta. Gidilecek yerlerden biri de tabii ki Ay’ın karanlık tarafı olacaktır. Dünya ve Ay’ın evrimini daha iyi anlamak için, Ay’ın iki yüzünün jeolojisi oldukça farkı olduğu için ciddi derecede önem taşımakta. Burada yapılacak araştırmalar sonucunda düşündüğümüzden daha karmaşık bir oluşum süreci ortaya çıkabilir. Sabırsızlanıyorum.. Bundan sonra bilim konusunda daha fazla yazı yazacağım..


12 Mart 2018 Pazartesi

Mihriban

      Muhakkak "Mihriban" türküsünü dinlemişsinizdir. Musa Eroğlu ile özleşmiş olan türkü eminim her dinlediğinizde içinizi ısıtıyordu.  Çoğunuzun bir Mihriban'ı vardır ve bu şarkı o Mihriban'ı ortaya çıkarır. Peki bu türkünün hikayesini merak ettiniz mi? Sırf şu türküyü çalabilmek için saz öğrenmeye çalışıyorum. "Mihriban saz" diye arattığımda karşıma çıkanları izliyordum ve bir anda "Mihriban türküsünün hikayesi" adlı video karşıma çıktı. Dinleyince çok etkilendim,içim gitti. Zira bunu sizinle paylaşmak isterim.

      Öncelikle 1960 yılında Abdurrahim Karakoç'un, gerçek adını gizleyip "Mihriban" diye seslendirdiği o güzel Anadolu kızının hikayesinden oluşmaktadır..


      Köyde düğün olacaktır. Abdurrahim düğüne misafir olarak gelen kızı ve onun ailesini görür. Bir şekilde tanışmak nasip olur. Mihriban; şefkatli, merhametli, güler yüzlü, temiz kalpli anlamına gelir. İşte bu kız da bunları barındıran bir karaktere sahipti. Bir sabah Abdurrahim Mihriban'ı görmeye gider ancak misafirlerin gittiğini öğrenir. Abdurrahim'in dünyası yıkılır, hayatın onun için bir manası kalmamıştır, aşk acısı yıllarca yüreğine işler.. Bunu fark eden ailesi Mihriban'ı bulmaya çalışır ve Maraş'lı olduğunu öğrenir. Aile Maraş'a gider, uzun aramalardan sonra kızın ailesini bulurlar ve kızı istemeye giderler. İlk "kız küçük" derler. Abdurrahim'in ailesi ısrarcıdır. Bunu gören ailesi gerçeği söyler: "Kız nişanlıdır."


      Abdurrahim kızın nişanlı olduğunu duyunca; "Bir daha bu evde ismi anılmayacak ve konusu geçmeyecek." der.  Aradan 7 yıllar geçer. Abdurrahim'in ateşinin sönmediği anlaşılmıştır. 
Birgün Abdurrahim'in Mihriban'ın evlendiğini öğrenir.. İşte tam bu sırada bu türkü ile duygularını dizelere döker Karakoç. 

Sarı saçlarına deli gönlümü,
Bağlamışım çözülmüyor Mihriban.
Ayrılıktan zor belleme ölümü,
Görmeyince sezilmiyor Mihriban.

Yar, deyince kalem elden düşüyor,
Gözlerim görmüyor aklım şaşıyor,
Lambada titreyen alev üşüyor,
Aşk kağıda yazılmıyor Mihriban.

Önce naz sonra söz ve sonra hile,
Sevilen seveni düşürür dile.
Seneler asırlar değişse bile,
Eski töre bozulmuyor Mihriban.

Tabiplerde ilaç yoktur yarama,
Aşk değince ötesini arama.
Her nesnenin bir bitimi var ama,
Aşka hudut çizilmiyor Mihriban.

Boşa bağlanmış bülbül gülüne,
Kar koysan köz olur aşkın külüne,
Şaştım kara bahtım tahammülüne,
Taşa çalsam ezilmiyor Mihriban.

Tarife sığmıyor aşkın anlamı,
Ancak çeken bilir bu derdi gamı.
Bir kördüğüm baştan sona tamamı
Çözemedim çözülmüyor Mihriban.

Bu şiir türküye dönüşünce duymayan kalmaz. Elbet Mihriban da.. Mihriban bir mektup yazar Abdurrahim'e "Unutmak Kolay Değil" der. Abdurrahim buna karşılık ikinci bir şiir yazar..

“Unutmak kolay mı? ” deme,
Unutursun Mihriban’ım.
Oğlun, kızın olsun hele
Unutursun Mihriban’ım.

Zaman erir kelep kelep…
Meyve dalında kalmaz hep.
Unutturur birçok sebep,
Unutursun Mihriban’ım.

Yıllar sinene yaslanır;
Hatıraların paslanır.
Bu deli gönlün uslanır.
Unutursun Mihriban’ım.

Süt emerdin gündüz-gece
Unuttun ya, büyüyünce…
Ha işte tıpkı öylece,
Unutursun Mihriban’ım.

Gün geçer, azalır sevgi;
Değişir her şeyin rengi.
Bugün değil, yarın belki,
Unutursun Mihriban’ım.

Düzen böyle bu gemide;
Eskiler yiter yenide.
Beni değil, sen seni de,   
Unutursun Mihriban’ım."

Abdurrahim, verdiği bir röportajda, "O aşk, masum bir aşktı. Güzel bir aşktı.Bırakalım öyle kalsın. Ne adı Mihriban, ne saçları sarı..." demiştir.Bir gün "Mihriban'ı göreceğinize inanıyor musunuz?" sorusuna ise: "Bilmiyorum, görmek de istemiyorum. Değişmiştir şimdi. Ben onun nazarında değiştim, o benim nazarımda değişti. Niye görelim? Öyle kalsın ya... İnsanların gönülde kalması, gözde kalmasından daha iyidir." der. İşte böyledir içimizi yakan Mihriban'ın hikayesi. Abdurrahim Karakoç'a ait seslendirmesini dinlediğinizde o Mihriban'ın hâlâ bir yerlerde olduğunu samimiyeti ile anlayacaksınız. Benim en çok dikkatimi çeken dize:"Lambada titreyen alev üşüyor." Bu dizenin arkasında sonsuz duygu, sonsuz hissiyat yatıyor. Böyle bir aşkı hissetmeden bu dize çıkar mıydı oysa ki? Tüm bu yaşananlardan sonra şiiri okurken ya da en azından şarkısını dinlerken bu olayı dikkate almayı unutmayın. Yalanların doğru olduğu bir zamanda böyle bir sevgiyi görmek çok zor, değil mi? Karakoç, yüreğini şiirlerine yansıtan, şiirlerini kendi dilinden, kendi tarifinden yazan başarılı bir şairdir. Malesef; bir sanatçının değerinin anlaşılması için ölmesi gerekiyor. Umarım bu ve bunun gibi şairlere gerektiği değer verilir. Abdurrahim Karakoç 7 Haziran 2012 tarihinde içindeki Mihriban ile hayata gözlerini yumdu. Dünya böyle alçak gönüllü, samimi insanlardan oluşsaydı daha da yaşanılabilir bir yer olurdu değil mi? Yalanların, çıkarların, gündeliklerin olmadığı bir hayatta yaşamak birçoğumuzun isteğidir.  Olmayacak şeyler..





4 Mart 2018 Pazar

Breaking Bad

      Bugün "Breaking Bad" adlı dizi hakkında konuşacağım. ABD  drama televizyon dizisidir. Eğer ki izlemediyseniz bence bu yazıyı okumayı bırakın -ağır spoiler içerir- derhal izlemeye başlayın. Şiddetle öneriyorum.  Baş rolünde "Bryan Cranston" var. Kendisini "Köstebek" ve "All the way" filmlerinden bilirsiniz. Dizide "Walter White" adlı kimya öğretmenini canlandırıyor. Ailesinin gereksinimlerini karşılayabilmek için araba yıkamacısında ek iş yapmaktadır. Bir süre sonra akciğer kanseri olduğunu ve kısa bir ömrünün kaldığını öğrenir. Walter bir engelli çocuğa sahiptir. Ailesine öldükten sonra para bırakabilmek için methamphetamin(uyuşturucu) yapmaya başlar. Ancak bunu tek başına üstlenemez, eski öğrencisi olan "Jesse Pinkman" adlı karakter ile rastlandı sonucu uyuşturucu işine girer. Kendisi o zamanların en saf uyuşturucusunu pişirir ve ticareti ise Pinkman'a yükler. Böylelikle dizi başlamış olur. Öncelikle dizinin 4. ve 5. sezonunda çığır açtığını söyleyebilirim. 2. ve 3. sezonda dizi biraz sıkıcı gelecektir eminim bunun sebebi ise "Skyler" adlı kadındır. Kendisi Walter'ın müstakbel eşi olur. İnanılmaz kaprisli bu kadın yüzünden diziyi bırakmanın eşiğinden döndüm zira bırakmadığım için aşırı mutluyum. Zamanım olsa bu hazzı bir kere daha tatmak isterim.
      

      Oyuncuların performansı harika, günler rutinler halinde çekilmiş ve son derece sansür-süzdür. Cinsellik ise en doğal haliyle sahnede sergilenmiştir. Oyuncular kendisini rollerine çok kaptırmış bunun örneğini "Tuco" adlı psikopat herifte göreceksiniz. Pinkman'ın "bitch" deyişi akıllarınıza kazınacaktır. Dizinin final bölümünü ağzım açık izlemiş olup böyle bir finalin başka hiçbir dizinin yapamayacağını düşünüyorum. Ayrıca bazı araştırmalar yaptım ve çok ilginç bilgiler edindim. Sizinle paylaşmak isterim. 
     
       -Walter'ın çatıya fırlattığı pizzanın tek bir seferde çekilmesi, 

      -Jesse Pinkman karakterinin ilk sezonda ölmesinin planlanması,
   
      -Breaking Bad aslında California'da çekilecekmiş ancak prodüksiyon daha az vergi yükü çeksin diye set Albuquerque'ye taşınmış.

      -RJ Mitte(Walter'ın oğlu), tıpkı dizide oynadığı karakter gibi beyni hasar görmüş,

      -Dizide söylenen tüm "yo" ve "bitch" sözleri senaryoda vardı, bunların %1 kadarı doğaçlamaydı.

      -Dizinin introsunda gözüken formül, metamfetaminin ta kendisi

      -SaveWalterWhite.com diye bir site gerçekten var.(Mükemmel)

      -Final bölümünün adı Felina, demir, lityum ve sodyumun simgelerinden oluşuyor. Demir=kan, lityum=meth, sodyum=gözyaşı. 

      -Pinkman hayatı boyunca oyunculuk dersi almamış.

En çok hoşuma giden ise bu diziden sonra dönemim uyuşturucuları gerçekten mavi renk almış. Bu diziyi hâlâ izlemediyseniz hayatta zevk alacak bir şeyiniz vardır. 

"Who are you talking to right now? Who is it you think you see? Do you know how much I make a year? I mean, even if I told you, you wouldn't believe it. Do you know what would happen if I suddenly decided to stop going into work? A business big enough that it could be listed on the NASDAQ goes belly up. Disappears! It ceases to exist without me. No, you clearly don't know who you're talking to, so let me clue you in. I am not in danger, Skyler. I am the danger. A guy opens his door and gets shot and you think that of me? No. I am the one who knocks!"

                                                To W.W.
                            MY STAR, MY PERFECT SILENCE.